Feride Acar anlattı: İstanbul Sözleşmesi ve etrafındaki tartışmalar

İstanbul Sözleşmesi’nin uzman denetim grubu GREVIO’nun ilk başkanı, CEDAW komitesi eski üyesi ve kadın hakları alanında uzun yıllar emek veren Prof. Dr. Feride Acar’a İstanbul Sözleşmesi hakkında merak ettiklerimizi sorduk.

Son dönemde Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Yok Edilmesi Sözleşmesi (CEDAW) ve İstanbul Sözleşmesi’ne (İS) çok atıf yapılıyor. Biraz bize iki sözleşmenin ortaklıklarından ve farklılıklarından bahsedebilir misiniz?  

Feride Acar: Bunların çok atıf yapılan sözleşmeler olduğunu söylemeniz çok hoşuma gitti. Ama yeterince bilindiklerini düşünmüyorum. CEDAW, BM’nin Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Yok Edilmesi Sözleşmesi’dir. Türkçe’ye ‘her türlü ayrımcılığın önlenmesi’ diye çevrilmiştir ama doğrusu ayrımcılığın ortadan kaldırılması, ‘yok edilmesidir’. Diğeri ise Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’dir ve İstanbul Sözleşmesi (İS) olarak bilinir, çünkü 2011 senesinde Avrupa Konseyi tarafından, Türkiye’nin başkanlığı döneminde İstanbul’da imzaya açılmıştır. Bu sözleşme de Türkçe‘ye aile içi şiddet ifadesi ile çevrilmiş olsa da orijinali aile içi şiddet değil; ev içi şiddete ilişkindir.

Söz konusu iki sözleşme hem birbiriyle çok yakından bağlantılı hem de birbirinden farklıdır. CEDAW bir BM sözleşmesidir yani küresel düzeyde geçerliliği vardır ve 193 BM üyesi devletin 189’u tarafından onaylanmıştır. İS ise bölgesel bir sözleşmedir çünkü Avrupa Konseyi bünyesinde yapılmış bir sözleşmedir. İS ise bir Avrupa Konseyi sözleşmesi olması itibariyle öncelikle Avrupa Konseyi üyesi 47 devletin imzasına ve onayına açılmıştır. Ama bu sözleşmenin de Avrupa Konseyi üyesi olmayan devletler tarafından imzalanması, onaylanması imkânı vardır. Yani İS küresel bir metin haline gelme potansiyeli taşımaktadır.

Özünde iki sözleşme de kadınların insan hakları sözleşmeleridir. Bu durumun Türkiye açısından önemi ise her iki sözleşmenin de Anayasa’nın 90. maddesi gereği, usulüne göre kabul edilmiş ve onaylanmış olan insan hakları sözleşmeleri olmalarından ötürü ulusal yasalarla çelişmeleri durumunda sözleşmelerin esas alınması gereğidir. Yani yasanın çelişen hükümleri varsa sözleşmeye göre değiştirilmesi gerekir. Bu nedenle de Türkiye açısından bakıldığında her iki sözleşme de çok güçlü enstrümanlardır.

Aralarındaki farka gelince, CEDAW kadınların insan hakları alanında geniş kapsamlı bir sözleşmedir; hatta bu belge için ‘kadınların insan haklarının küresel anayasası’ denilmektedir. Bu sözleşme çalışma yaşamından özel yaşama, eğitimden, siyasete ve toplumsal kaynakların dağılımına kadar aklınıza gelebilecek her alanda kadınlara karşı ayrımcılığın yok edilmesini öngörmektedir. Diğer bir ifade ile, CEDAW kadınların insan haklarından erkeklerle eşit şekilde yararlanmalarını öngören bir sözleşmedir.

İS ise, öncelikli olarak kadınlara yönelik şiddeti önleme sözleşmesidir. İS, CEDAW ile bağlantılıdır çünkü kadınlara yönelik şiddetin kadınların insan haklarının ihlali olduğunu söyler ve bu tür şiddetin ayrımcılığa dayandığı ön kabulünden hareket eder.  CEDAW çok daha genel, çok yönlü ve ilke odaklı bir sözleşmedir. İS ise özgüldür, somut sorunlara odaklıdır; ayrıntılı ve yol haritası veren bir sözleşmedir. CEDAW, BM’nin dokuz temel insan hakları sözleşmesinden birisidir ve diğerleri gibi, özünde İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin ilkelerine dayalıdır. İS ise CEDAW’ı temel alır.

CEDAW’da kadınlara yönelik şiddete ilişkin bir madde, bir düzenleme yoktur. Çünkü 1970’li yıllarda, yani CEDAW’ın BM’de müzakere edilip kabul edildiği dönemde, orada bulunan çoğu devletlin temsilcileri ‘kadınlara yönelik şiddet’ kavramını çok uzak ve de yabancılaştırıcı bulmuşlar.  Kadınlara yönelik şiddet kavramının uluslararası bir dokümanda yer almasının uygun olmayacağı görüşü hâkim olduğu için CEDAW metninde ‘kadınlara yönelik şiddet’ yer almamıştır.

Bugün geriye dönük baktığımızda kadına yönelik ayrımcılığı önlemeye yönelik olan bir sözleşmede şiddete değinilmemiş olması, birçoğumuza anlaşılmaz geliyorsa da ulusal ve uluslararası yasaların büyük ölçüde yapıldıkları tarihsel dönemin bakış açısını yansıttıkları da bilinen bir gerçek. Nitekim ilerleyen yıllarda gerek dünyanın farklı bölgelerinde kadınlara yönelik şiddete ilişkin bazı bölgesel sözleşmelerin yapılması, gerekse CEDAW Komitesi’nin bu konuda yayınladığı ‘Genel Tavsiyeler’ ile küresel düzlemde bu açığın kapatılması yönünde gelişmeler olmuştur.  

Küresel düzlemde ne yapıldığına bakacak olursak gördüğümüz tablo şudur.  CEDAW’ın bağımsız uzmanlardan oluşan denetim organı, CEDAW Komitesi, sözleşmenin uygulanmasını denetlerken taraf devletlerden ve sivil toplum kuruluşlarından kendisine gelen bilgilerden her yerde kadınlara yönelik şiddetin çok çeşitli biçimlerde ve ortamlarda yaygın olduğunu görmüş. Sözleşme’nin Komite’ye verdiği yetki çerçevesinde, Komite 1992 yılında, CEDAW Genel Tavsiye 19’u yayımlamıştır. Genel Tavsiye 19’un konusu kadınlara yönelik şiddettir. Komite elde ettiği bilgiler doğrultusunda kadınlara yönelik şiddetin bütün toplumlarda yaygın olduğunu saptamış ve bunun bir ayrımcılık türü olduğunu belirtmiştir. Genel Tavsiye 19 ile, CEDAW’ı onaylamış bütün devletlerin, sözleşmenin metninde şiddet konusu yer almasa dahi Komite’ye verecekleri raporların bu konu hakkında bilgi içermesi gerektiği belirtilmiş ve bu yerleşik uygulama haline getirilmiştir.  

Öte yandan, son yirmi yılda kadınlara yönelik şiddeti konu alan bölgesel sözleşme girişimlerinin de başladığını görüyoruz.  2000’li yılların başında Orta ve Güney Amerika ülkeleri tarafından ağırlıklı olarak kadınlara yönelik şiddete ilişkin olan Belém do Pará Sözleşmesi ile Afrika’da yaklaşımı ve etkenliği kısıtlı da olsa, kadınlara yönelik şiddete ilişkin birtakım düzenlemeler içeren Maputo Protokolü kabul edilmiştir. Avrupa’da ise farklı ülkelerde konuya ilişkin olarak var olan farklı ulusal düzenlemeler, yapılan araştırmalar ve girişimler sonucu bu konunun bölgesel standartlarla ele alınması gereği kabul edilmiştir. 2006-2011 döneminde Avrupa Konseyi bünyesinde yapılan bir dizi çalışma ile kadınlara yönelik şiddet ve ev içi şiddet konusunu en ileri standartlarla ele alan, BM’nin de “altın standart” olarak nitelediği İS, 2011’de imzaya açılıp, 2014’de yürürlüğe girmiştir.   

İstanbul Sözleşmesi’nin dayandığı dört ilkeden biri bütüncül politikalar prensibi. Bu doğrultuda sözleşmenin onaylanmasından bu yana geçen sürede Türkiye’de yasalar ve mevzuatta birtakım değişiklikler oldu. Geldiğimiz noktada yasaları ve mevzuatı sözleşme ile uyumlu buluyor musunuz? Hukuki çerçevenin uygulamaya etkin yansıdığını düşünüyor musunuz?  

Feride Acar: Bütüncül politikalar açısından, sözleşmenin onaylanmasından bu yana geçen sürede, Türkiye’nin sözleşmeye uyum doğrultusunda bir yasa çıkardığını ve bazı mevzuat değişiklikleri yaptığını biliyoruz. Bunların olumlu olduğu İS’nin denetim organı olan GREVIO’nun Türkiye’de 2018’de yaptığı inceleme ile de tespit edilmiştir. Bu kapsamda en önemli gelişme 6284 sayılı Yasa’nın çıkarılmasıdır. Bu yasa hakikaten önemlidir ve yüzde yüz olmasa da İS’i büyük oranda kapsayan bir yasadır. 6284 sayılı Yasa İstanbul Sözleşmesi’nin temel prensiplerine uyumlu bir yasadır ama sözleşmeden daha dar kapsamlıdır. O anlamda da Türkiye’nin mevzuatında sözleşmenin bütününü kapsayacak nitelikte hem yasaların hem kurumların hem de uygulamaların geliştirilmesine ihtiyaç vardır. 6284 sayılı Yasa’nın İS ile uyumuna ilişkin olarak tabii ilk göze çarpan husus yasanın ‘aile içi şiddet’ dediği, sözleşmenin ise ‘ev içi şiddetten’ bahsettiği gerçeğidir. Az önce belirttiğim gibi, İS’de ‘aile içi şiddet’ terimi kullanılmamaktadır ama sözleşmenin Türkçe tercümesinde, nedense, ‘ev içi şiddet’, ‘aile içi şiddet’ olarak çevrilmiştir. Bunun pek çok nedeni olduğu düşünülebilir ve durum tabii eleştirilebilir. Ancak, görece iyi olan husus şudur: 6284 sayılı Yasa her ne kadar ‘aile içi şiddet’ ifadesini kullansa da yasada bu olgu için kullanılan tanım sözleşmede ‘ev içi şiddet’ için kullanılan tanımla aynıdır. Bu bakımdan 6284 sayılı Yasa sözleşmenin öngördüğü şekilde aynı evi paylaşan, geçmişte paylaşmış olan veya farklı bağlarla birbirine bağlı olabilecek olan kişilerin toplumsal cinsiyete dayalı şiddete uğramaları durumunda onları koruyan bir yasadır.

GREVIO Komitesi 2018’de Türkiye’ye ilişkin raporunu yazdığı zaman kadınlara yönelik şiddetle mücadele adına Türkiye’de devlet ve sivil toplum tarafından bazı iyi adımların atıldığını teslim ederken daha kat edilecek çok yol olduğunu vurgulamış ve birtakım olumsuz gelişmelerin varlığını da saptamıştır. GREVIO Türkiye Değerlendirme Raporu’nda ileriye dönük önerilerini “ivedilikle yapılması gerekenler”, “daha sonra yapılması gerekenler” ve “en az vurgulanan önlemler” şeklinde bir sınıflandırma ile sunmuştur. Bu kapsamda, Türkiye’ye ‘ivedilikle yapılması’ tavsiye edilen temel öneri toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesinin bütün politika ve önlemlere ana ilke olarak yerleştirilmesidir.

Ancak Türkiye’de o günden bugüne olanlara, atılan adımlara bakacak olursak, GREVIO önerisinin tam tersi bir yönde ilerlendiğini görüyoruz. Türkiye’de neredeyse ‘toplumsal cinsiyet eşitliği’ terimi zararlı ve tehlikeli bir ifade olarak tanıtılır oldu; yasal olmasa bile enformel yollarla bütün devlet ve her kademedeki eğitim kurumlarında, plan ve program dokümanlarında   bu terimin kullanılması adeta yasaklandı. 

Öte yandan, sadece 6284 sayılı Yasa’da değil, birçok yasada hala çok ciddi eksikler, boşluklar ve belirsizlikler olmasına karşın bunların giderilmesi yönünde GREVIO raporunun önerileri doğrultusunda adım atıldığı söylenemez.  Örneğin, İS psikolojik şiddetten, fiziki şiddete, cinsel şiddetten gebeliğin zorla sonlandırılmasına, Türkçe’de kadın sünneti denilen ‘kadınların genital olarak sakatlanmasına’ kadar bazı şiddet türlerini sıralıyor. Bunların içerisinde zorla evlendirme de var, ısrarlı takip de var. Sözleşmeye göre devletler bunları ceza yasalarında suç olarak tanımlamak ve cezaya tabii kılmak zorundadırlar. Ancak, Türk Ceza Yasası’nda hala ‘ısrarlı takip’ diye bir suç yok ve bu hem sözleşmeye uyum açısından hem de kadınlara şiddetin bu kadar yoğun olduğu bir toplumda eril değerlerin dönüştürülmesi yönünde atılması gereken adımlar açısından kanımca, ciddi bir eksiklik.  

Yasalardaki eksikliklere değindim; uygulamalarda daha da büyük eksiklikler var. Bu bağlamda, İS’de çok önemsenen kadınlara yönelik şiddet konusunda veri, istatistik toplamak ve sistemli araştırma yapmak gibi alanlardaki zafiyet ortada. Düzenli olarak idari veri toplamak, bunları kurumlar arası karşılaştırılabilir, ulusal düzeyde tek elde toplanmış ve ulaşılabilir  hale getirmek ve bu verilerin (ör., değişik kolluk birimlerinden, sağlık ya da eğitim kurumlarından gelen farklı verilerin) standart olarak önemli olan bütün unsurları  (ör., şiddet kime karşı uygulanmış, kim uygulamış, nerede uygulanmış, uygulayanla şiddet gören arasındaki ilişki neymiş, vb.) içermesini sağlamak, bu tür bilgileri içeren güvenilir bir ulusal veri tabanı oluşturmak gerekiyor. Bu veri bankasının devamlı güncellenmesi ve erişime açık olması lazım. Ülkemizin bu konuda yeterli bir konumda olduğumuzu söylemek çok zor.  

VAZGEÇMİYORUZ: İSTANBUL SÖZLEŞMESİNİN EKSİKSİZ UYGULANMASINI TALEP ET!

İMZACI OL

Yine bütüncül politikalar ilkesinden hareketle sivil toplumun ve kamunun kadına yönelik şiddetin önlenmesi konusunda koordinasyonu önemlidir. Örneğin çeşitli bakanlıkların bünyesinde gerçekleştirilen çalışmalar, çalıştaylar mevcut. Bu anlamda ne tarz çalışmalar yapılıyor? Koordinasyonu arttırmak için iki tarafın da atması gereken adımlar nelerdir? 

Feride Acar: Hem İS'de hem CEDAW’da devletin kadın hakları, kadın erkek eşitliği ve kadınlara yönelik şiddetle mücadele alanlarında çalışan sivil toplum kuruluşlarını desteklemesi, onlarla ortaklaşa çalışarak etkili sonuçlar alması beklenir. Çünkü biliyoruz ki, bütün dünyada kadınların insan hakları ve özellikle de kadına yönelik şiddet söz konusu olduğunda, bu olgu çoğunlukla ‘özel alan’ kapsamında gerçekleştiği için, kadın sivil toplum örgütlerinin bilgisi, deneyimi ve birikimi devlet kurumlarından daha fazla olabiliyor. Dünya deneyimi bu konuda devletin sivil toplum kuruluşları ile el ele çalışmasının soruna daha etkili müdahale edilebilmesi için en açık yol olduğunu gösteriyor.

Bizim toplumumuzda ise son yıllarda artan kutuplaşma ve bölünmüşlük, maalesef gündelik siyasetin üstünde olması gereken toplumsal cinsiyet eşitliği, kadınların insan hakları ve kadınlara yönelik şiddetin önlenmesi gibi konulara da taşınmış durumda. Onun için bir yanda devlet kurumlarının ilişki kurduğu, yakın çalıştığı belli bir sivil toplum kesimi var; öte yanda da konuyla ilgili olarak devletin hiç iş birliği yapmadığı, hiç desteklemediği başka bir sivil toplum kesimi ve onun örgütleri var. Maalesef bu tür gündelik siyasi kamplaşmalar, devletin kadınlara yönelik şiddet konusunda sivil toplum ile olan ilişkilerini etkiliyor ve kanımca mücadelenin etkisini de kısıtlıyor.

Sözleşme’nin imzaya açıldığı ve kabul edildiği dönem siz hem kamunun hem de sivil toplumun uzlaştığı GREVIO adaydınız ve daha sonra GREVIO’nun başkanı oldunuz. Bize bu süreçlerden biraz bahsedebilir misiniz? Ülke temsilcilerinin GREVIO bünyesindeki ülke raporları üzerinde nasıl bir etkisi oluyor? 

Feride Acar: Düzgün çalışan uluslararası uzman komitelerinde ki ben bunların ikisinde (CEDAW ve GREVIO) uzun yıllar bulundum, başkanlıklarını da yaptım, uzmanların bağımsızlığı ve yansızlığı çok önemsenir. İki komite için de çok net olarak söyleyebilirim ki uzmanın kendi devletine ilişkin yazılan raporlarda ya da değerlendirmelerde rolü olmaz.  Bu konuda kabul edilmiş normlar, benimsenmiş ilkeler ve somut kurallar vardır. Örneğin, kendi devletinizin raporu konuşulduğu zaman toplantı odasından çıkmak durumundasınızdır; dolayısıyla bırakın tartışmalara katılmayı, çoğu zaman izlemek dahi mümkün değildir. Ben hem CEDAW hem de GREVIO döneminde bunu yaşadım. GREVIO döneminde başkanı olduğum komite Türkiye raporunu inceledi; ben o oturumlara katılmadım. Başkan yardımcılarından birisi başkanlık yaptı. CEDAW’da İhtiyari Protokol çerçevesinde kişisel şikâyet başvurusu yapılabildiği için, devlet aleyhine Türkiye’den gelen şikayetler de olmuştur. Bunlar hakkında, alınan kararlar da var geçmişte. Bir kısmı sırasında ben de CEDAW üyesiydim, ama onlarda da hiçbir zaman konunun incelenme süreci içerisinde yer almadım. Bu titizliğin nedeni şöyle bir anlayışa dayanır: Bağımsız üyelerin yalnız davranışlarının içeriğinin ve niteliğinin değil, görüntüsünün de tarafsızlık ve bağımsızlık sergilemesi beklenir. Örneğin, İS uyarınca GREVIO üyelerinden oluşan heyetler incelenen ülkeleri ziyaret eder, orada hem sivil toplumla hem de devletle görüşüp komitenin raporuna temel oluşturacak incelemeleri yürütürler. GREVIO’nun Türkiye’ye geldiği dönemde ben komitenin başkanıydım ve herhangi bir yanlış anlaşılmaya sebebiyet vermemek için o hafta özellikle Türkiye’de bulunmamayı seçtim. Kısacası, kendi ülkenizin izleme raporu üzerinde bir etkiniz olmaması gerekir ve yoktur.  

GREVIO’nun 2018 yılındaki raporunda Türkiye ile ilgili bazı olumlu gelişmeler kaydedildi, yanı sıra birçok alanda ciddi eksiklikler de tespit edildi. Bunlar arasında sizce öncelikli olarak çözümlenmesi ve harekete geçilmesi gereken noktalar neler?

Feride Acar: Aslında eksiklikler GREVIO raporunda ‘ivedilikle yapılması gerekli’ diye nitelediği başlık altında belirtilmiştir. Benim kişisel görüşüme göre ise hem önemli hem de kolay olanları önce yapmak lazım. Hem kolay yapılabilip hem de sonuç alınabilecek değişiklikler var. Ben bunların en başında 7 gün 24 saat sadece kadınlara yönelik şiddet konusunda hizmet veren ve her yerden, ülkedeki her kadının kolayca ulaşılabileceği bir telefon hattının geldiğini düşünüyorum. Bu ne maddi ne insan gücü açısından başa çıkılamayacak bir konu değil. Türkiye’de kadınlara yönelik şiddetin yetkililere bildirilmesinin çok yetersiz kaldığını; kadınların bu olguyu bildirmekte zorluklarla karşılaştığını biliyoruz. Devletin istatistikleri de bunu söylüyor. Bunu basitleştirecek en kolay yöntem 7/24 telefon hattı. Son dönemde KADES diye bilinen yeni bir akıllı telefon uygulaması getirildiğini biliyoruz. Devlet yetkileri “daha çok başvuru olsun istiyoruz ama yapılmıyor” diyorlar. Ancak burada çok temel sorular var. Memleketimizde her kadının akıllı telefonu mu var? Her kadının öyle bir uygulamayı kullanabilecek bilgi ve beceri birikimi mi var? Neden bunun tercih edildiğini ve 7/24 telefon hattının kurulmadığını anlamak çok zor. Sivil toplum 7/24 telefon hatları kuruyor. Şimdi belediyelerle bu anlaşmalar yapılıyor. Yerel yönetimler bu hizmeti sunmaya hazırlanıyor ama devlet neden hala yapmaz bilmiyorum.

Türkiye’de son yıllarda olumlu olarak değerlendirilen adımlardan biri de ŞÖNİM’lerin (Şiddet Önleme Merkezleri) kurulmasıdır.  Bunların sayılarının hala yetersiz olduğu ve Türkiye’nin her yerinde olmadıkları da gerçek. ŞÖNİM’lerde geçerli bazı kuralların da kadınların insan hakları bağlamında gözden geçirilmesi gerekmektedir. Örneğin, 65 yaş üstü kadınların ya da 14 yaşından büyük erkek çocuğu olan kadınların bu merkezlere barındırılmasının mümkün olmadığı raporlanıyor. Bütün bu uygulamalarda dönüştürücü adımlar atılması gerekir; üstelik bunlar görece kolay yapılabilir işler. Tabii yasalarda ve adli süreçte de değişiklikler gerekli. Biraz önce de bahsettim ısrarlı takibin TCK’da suç olarak tanınması, şiddete maruz kalmış kadınların süreç içerisinde ikincil mağduriyete uğramalarının önlenmesi gibi. Özellikle cinsel şiddet mağduru kadınlara soruşturma ve kovuşturma süreçlerinde yaşadıklarının tekrar tekrar anlattırılması sağlanmalı, hatta bazen kendilerine şiddet uygulayanlarla yüz yüze gelecekleri ortamların olması engellenmeli. İS ‘mağdur odaklı’ bir sözleşmedir. Failin haklarına değil mağdurun haklarına öncelik verir. Bu kapsamda pandemi döneminde yaşanan bir gelişmeden bahsetmek istiyorum. İnfaz yasası kapsamında cezaevinde bulunan bazı hükümlü ya da tutukluların pandemi nedeni ile dışarı çıkmalarına izin verildi. Çıkanlar arasında daha önce kadına yönelik şiddet nedeni ile alınmış olan evden uzaklaştırma ya da koruma tedbirleri kapsamında olan ya da bu suçtan hüküm giymiş olan kişiler de vardı. İS’ye göre bu gibi durumlarda devletin muhakkak mağdura durumu önceden haber vermesi, failin serbest bırakılacağını söylemesi ve buna yönelik olarak önlem alınması için fırsat tanıması lazım. Ben böyle bir şeyin Türkiye’de yapıldığını duymadım. 

Son ama çok önemli olarak da şunu vurgulayayım. Tüm kuruluşların ilgili mensuplarının, özellikle de yargı camiasının, hakimlerin, savcıların ve avukatların uluslararası normlar hakkında eğitilmeleri gerekli. Bildiğim kadarı ile bizim hukuk fakültelerimizde CEDAW ve İstanbul Sözleşmesi gibi, kadın haklarına ilişkin uluslararası sözleşmeleri kapsayan bir eğitim verilmiyor. Kaldı ki, bunların bir kısmı da yeni gelişen normlar; günümüzde karar verici konumda olan hukukçuların üniversitede eğitimi aldıklarında bu normlar bugünkü nitelik ve kapsamları ile var olmayabilir. Bu nedenle yargı mensupları için yapılacak meslek içi eğitimler de Türkiye için hayatidir.

Bütün önerilerin ‘olmazsa olmazı’ ise yeterli kaynak tahsis edilmesidir. Bütçelerden bu alana yeterli kaynak ayrılması ve o kaynağın doğru kullanılması için toplumsal cinsiyet bakış açısı ile donanmış, yeterli ve bilgili kadroların olması lazım. Toplumsal cinsiyet kavramını yadsıdığınız, yok ettiğiniz ya da çok kötü ve zararlı bir şeymiş gibi gösterdiğiniz zaman bu iş temelinden sarsılıyor ve imkansızlaşıyor.

Sivil toplum örgütleri sözleşmenin etkin bir şekilde uygulanmasını talep ederken, bu senenin ortalarında sözleşme negatif bir şekilde gündeme getirildi. Çok geçmeden Avrupa’da çeşitli ülkelerde de benzer tartışmaları izledik. Bu tartışmalar her ne kadar ülkelerin yerel meseleleriymiş gibi ele alınsa da uluslararası bir eğilim gözlemledik. Bu konuyu bir de sizin bakış açınızdan ele alabilir miyiz?   

Feride Acar: Dünyanın birçok yerinde bu tür tartışmaların yeniden güç kazandığını görüyoruz. Pek çok nedeni var, her yerde kendine özgü nedenler de var ama genelde son elli altmış yılda, kadınların insan hakları alanında kazanılmış olan mesafenin yüz yıllardır yerleşik düzen olan patriyarkayı ciddi biçimde sarstığını ve rahatsız ettiğini söyleyebiliriz. Dolayısı ile bu duruma yönelik tepkilerin çıkması beklenebilir. Bu bağlamda bazı toplumlarda İS, kadın haklarına, kadın erkek eşitliğine, toplumsal cinsiyet eşitliğine karşı çıkan kesimlerin somut hedefi haline geldi. Kanımca bunun sözleşmenin içeriğiyle de doğrudan bir alakası yok. Değindiğim bu zihniyetin, toplumsal dönüşüme genel karşı çıkışı, tepkisidir yaşanan.  Farklı söylemler kullanılıyor ama bütün karşıtlıkların özünde ataerkil yapının ürettiği kadın erkek hiyerarşisi savunusu olduğunu söyleyebilirim. Bu günümüzde bazen dini referanslar, bazen milliyetçi söylemlerle meşrulaştırılıyor. Bu bağlamda inanılmaz tutarsızlığı ile beni hayretlere düşüren bir örnek vereyim.  Bir Doğu Avrupa ülkesinde, İS’nin imzalanmasına karşı çıkan grupların kullandığı argüman şöyleydi: “Biz 400 sene İstanbul’un hakimiyeti altında yaşadık, bu sözleşmeyi kabul ederek tekrar İstanbul hakimiyetine mi girmek istiyoruz?” İstanbul’da imzaya açıldığı için ismi kısaca İstanbul Sözleşmesi diye anılan bu Kadınlara Yönelik Şiddete İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nin Osmanlı İmparatorluğu ile nasıl bir alakası olabilir? Burada şu veya bu temelsiz iddia ile yapılmaya çalışılan eril zihniyetle donanmış, kadın erkek eşitliğine özde karşı olan grupların yürütmeye çalıştığı bir karalama kampanyasıdır.  Nitekim son aylarda ülkemizde yaşanan bazı gelişmeler bu çevrelerin itirazlarının yalnız İstanbul Sözleşmesi’ne değil, Türkiye’nin 1980’lerde taraf olduğu CEDAW’a kadar uzanır hale geldi.

Ama ne oldu? Türkiye’de İS’nden çıkılması gibi söylemlere kadın hareketinin öncülüğünde büyük bir toplumsal tepki oluştu. Toplumun farklı kesimleri İS’nin ne olduğunu çok daha iyi öğrendiler ve toplumda sözleşmeye olan destek bariz biçimde arttı.

Kadına yönelik şiddetin toplumsal cinsiyet eşitliği sağlanmadan tamamen sona ermesi mümkün değil. Ancak en çok karşı çıkılan noktalardan biri de bu kavram.  Ne demek toplumsal cinsiyet eşitliği? Neden ve nasıl bir ilişkisi var kadına yönelik şiddetle? 

Feride Acar: İstanbul Sözleşmesi gayet net olarak, toplumsal cinsiyeti herhangi bir toplum tarafından belli bir zamanda kadınlara ve erkeklere verilen roller, onlardan beklentiler ve onlara yönelik bakış açısı olarak tanımlıyor. Yani bu sosyolojik bir kavram; toplumlar tarafından oluşturuluyor. Dolayısıyla zaman içinde değişebilir ve toplumdan topluma farklılık gösterebilir. Burada önemli olan nokta, toplumca kadınlara ve erkeklere verilen bu farklı rollerin ya da onlardan olan beklentilerin toplumda bir hiyerarşi yaratması. Yani toplumsal düzen, cinslere izafe edilen farklı rol ve beklentilerle kadınlar ve erkekler arasında bir tür ast-üst ilişkisinin ortaya çıkmasına neden oluyor. İşte bu hiyerarşi kadınların, aile yaşamından eğitime, istihdama ve siyasete kadar her alanda ayrımcılığa uğramasına, ezilmesine ve şiddet görmesine neden oluyor. Dolayısıyla, bu ilişkilere toplumsal cinsiyet bakış açısıyla bakmak demek, bunu görebilmek ve anlamak demek.

Toplumsal cinsiyet eşitliği de böyle bir yaklaşımı meşrulaştırmamakla, bu hiyerarşiyi kabul etmemekle sağlanabilir ve kadınlara yönelik şiddeti önlemenin ‘olmazsa olmaz’ önkoşuludur. İstanbul Sözleşmesi’nin söylediği de tamamıyla ve sadece bundan ibarettir.

Toplumsal cinsiyet eşitliği ve toplumsal cinsiyet kavramlarını bir ideoloji gibi sunmanın bazıları için geçer akçe haline geldiğini görüyorum. Bunlar yıllardır sosyal bilim dallarında yaygın olarak kullanılan kavramlar. İlk defa İstanbul Sözleşmesi ile de bir uluslararası belgeye girmiyor. 1995’teki Pekin Platformu’ndan beri birçok belgede yer alıyor. Ama İstanbul Sözleşmesi’nin önemli bir özelliği var. Toplumsal cinsiyetin tanımı ilk defa İstanbul Sözleşmesi ile yasal olarak bağlayıcı bir metinde yer aldı. Bu kavramı ideolojik olarak sunmaya çalışanlar, bunu çok farklı amaçları savunmak için yapıyorlar; toplumsal cinsiyet kavramında gizli bir anlam, bu terimle getirilen gizli bir gündem olduğunu iddia ediyorlar. Kanımca, asıl gizli gündem İstanbul Sözleşmesi ile açıkça tanımlanmış toplumsal cinsiyet kavramına karşı çıkanlarda var.

---

Damla Kuru
Lobi ve Savunuculuk Sorumlusu
Uluslararası Af Örgütü Türkiye

Göksu Özahıshalı
Kampanyalar ve Aktivizm Sorumlusu
Uluslararası Af Örgütü